İslamî devletin düşüşü ve yükselişi

İslam dünyasında İslamî değerlerin temele oturtulduğu siyasî yapılanmalar Batı için tehlike midir, ümit mi? Söylemlerine bakıldığında demokrasi ihracı için yıllarca süren savaşları, milyonlarca-milyarlarca dolarlık harcamaları, savaş esnasında verilen kayıpları göze alan Batı, bu ihtimale korkuyla mı yaklaşmalı ümitle mi?
İkinci soru; İslam demokratik değerlerle barışık mıdır? Diğer bir tabirle, ‘demokratik İslamî bir devlet’ teori ve pratikte mümkün müdür?

Bu iki sorunun cevabını dinî ve tarihî temellendirmeleri ile birlikte Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Noah Feldman İslamî Devletin Düşüş ve Yükselişi (The Fall and Rise of The Islamic State) adlı kitabında veriyor. Irak’a Neyi Borçluyuz? adlı kitabın da yazarı olan Feldman, sahasında uzman biri olarak tanınıyor. New York Times’da yayımlanan yazılarından da tanıdığımız yazar, kitabını üç ana bölüme ayırmış.

İslam’ın getirdiği idare anlayışı

Hz. Peygamber (sas) ile Hülefa-i Râşidîn dönemindeki hükümet anlayış ve uygulamalarının anlatıldığı ilk bölüm, “Doğru Olan Neydi?” başlığını taşıyor. Bu bölümde anlatılan düşüncelerin başlıkla birebir uyuştuğu rahatlıkla söylenebilir. Bölümün özeti şu: İslam’ın âyet ve hadislerle getirdiği idare anlayışında esas olan güçler arası dengedir. Bu denge Kur’ân ve sünneti yorumlayan din bilginleri (ulema) ile idarî mekanizmaları bu yorumlara göre düzenleyen siyasî liderler (ümera) arasında sağlanmalıdır. Bunun manası açıktır; güç tek elde toplanmamalıdır. Zaten her iki gurubun başının bağlı olduğu inanç değerleri buna mânidir. Feldman’a göre “şeriat” işte bu dengenin sağlandığı sistemin adıdır. Erken dönem devlet uygulamaları bu sistemin kusursuz ve eksiksiz hayata geçirilişinin şahididir.

Kitabın ikinci bölümü “Çöküş ve Düşüş” başlığını taşıyor. Feldman bu bölümde özellikle 19. yüzyıldaki Batı’nın anayasal sistemlerini örnek alan Osmanlı kanunlaştırma (codification) çabalarının, dahilî ve haricî güçlerin etkisiyle gerçekleşen sistem değişikliklerinin ilk bölümde dile getirilen ulema-ümera dengesini ümera lehine bozduğunu ve bunun tabii sonucu olarak ümeranın mutlak güce sahip olduğunu anlatıyor. Osmanlı’nın tarih sahnesinden silinmesinden sonra da Arapça konuşan İslam ülkeleri başta olmak üzere kabile anlayışı, monarşik, oligarşik ve diktatoryal yönetimlerle işin içinden çıkılmaz hale geldiğini söylüyor. Feldman, yazılı anayasasının olmaması, Abdullah b. Vahhab ile başlayan süreçten bugüne ulemanın siyaset ve siyasilerle yan yana olması, petrol yatakları ve işletmeciliğinden kaynaklanan gelirlerden dolayı Batı’nın arka çıkması vb. faktörlere bağlı olarak Suudi Arabistan’ın tek istisna olduğunu da ilave ediyor.

Üçüncü bölümün adı “İslamî Devletin Yeniden Yükselişi.” Feldman burada çok köklü bir ayırıma gidiyor: İslamcılar ve İslam ayrımı. Bu ayırımı siyaset anlayışları özelinde temellendirip İslamcıların şeriat anlayışı ile İslam’ın şeriat anlayışının birbirinden çok farklı olduğu sonucuna ulaşıyor. İslamcılara örnek olarak Merhum Hasan’ul Benna’nın kuruculuğunu yaptığı, sonrasında Seyyid Kutub’un fikrî liderliği ile ayrı bir açılım kazanan Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı veriyor. Bu modelde İslamcıların ulemaya ilk dönemlerdeki, yani İslam’daki rolünü vermediğini savunuyor. Peşi sıra Tunus’tan Cezayir’e, İran’dan Türkiye’ye, Pakistan’dan Senegal’e yaşanan İslamî devlet anlayışının yükselişine dikkat çekip, İslamcılık ve İslam özelinde ayrımlarla bu ülkeleri tasnif ediyor.

Feldman’ın bir düşüncesi de Efendimiz’in (sas) “Ümmetim dalalet üzerine içtima etmez.” hadisinden hareketle İslamî değerlerin merkeze oturtulduğu yazılı anayasa çalışmalarına hız verilebileceği, bunun demokrasi ve demokratik değerlerle tam bir uyum içinde olabileceği şeklinde. Yazar, idare eden ve edileni ile herkesi bağlayacak olan bu anayasaların, ‘İslamcı’ değil, ulema-ümera arasındaki güç dengesinin yeniden kurulacağı bir siyasî sistemi beraberinde getireceğini vurguluyor. Yaklaşık iki-üç asırdır İslam dünyasında denenen siyasî modellerin ekonomik, kültürel, ahlakî vb. sahalarda başarısızlığının ve buna bağlı olarak tabandaki rahatsızlığın bu yolla aşılabileceğini de ayrıca ifade ediyor. Feldman’a göre, eğer bu düşünceler hayata geçirilebilirse -ki o çok ümitvâr- kanunlar karşısında kadın-erkek eşitliğinden müslim-gayrimüslim eşitliğine kadar Batılı demokrat ülkelerde gördüğümüz bir model ortaya çıkacaktır. O zaman İslamî devlet veya hükümet demokrat hale gelir. Bir başka ifadeyle, Feldman’a göre bu yönetim modelinin adının ‘İslamî devlet’ veya ‘demokratik devlet’ olmasının bir önemi yoktur. Fark sadece isimdedir, önemli olan sonuçtur.

Gelip geçmeyen tek sistem

Feldman’ın üzerinde durulmasını gerekli gördüğüm bir başka düşüncesi de şu: tarihte Feodalizm’den Proleterya’ya, Nazizm’den Komünizm’e uzanan birçok sistem gelmiş ve geçmiştir. İslamî devlet de bunlara dahildir. Ama İslamî devlet hariç bunların hiçbirisinin geriye dönüşünden söz edilmemektedir. İslam eksenli bu istisnanın sebebi, Kur’ân ve sünnet ile bu iki aslî değerin evrensel ve müntesiplerini bağlayıcı özelliğidir.

İslam teolojisine ve tarihine âşina insanların çok istifade edeceklerine inandığım bu eserin Türk okuruna kazandırılmasının faydalı olacağı izahtan varestedir. Kitapta yer alan ve özellikle ilgi alanımız sayılan konularda dile getirilen bazı yorumlara katılmadığımı belirtmek isterim. Ama Batı dünyasının İslam dinine, onun temel kaynakları olan Kur’an ve sünnete bu denli vakıf, buna ilaveten siyasî ve tarihî perspektiften bu çapta objektif yorumlar yapabilen birini yetiştirmesini de takdir etmemek kadirnâşinaslık olur. Bu eseri ile düşünce ufkumuza farklı bir boyut katan Noah Feldman’a teşekkürler

AHMET KURUCAN