Yoldaki İşaretler Seyyid Kutup

İslami uyanış eylemi nasıl başlayacak? Bu görevi üstlenecek bir öncü cemaat lazımdır. Bu yola baş koymuş cemaat... Dünyanın her köşesindeki cahiliyeyi yok etmek için yola çıkmış bir cemaat... "Yoldaki İşaretler"i, işte gelmesi umutla beklenen bu öncü cemaat için yazdım.
-Seyyid Kutup-

Siz kardeşlerimize tanıtmaya çalışacağımız ikinci kitap, üstad Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” adlı eseri. Elimizde, bu kitabın Pınar Yayınları tarafından 1997 yılında yapılmış dördüncü baskısı var. Çeviriyi ise Abdi Keskinsoy yapmış.

Hiç kuşkusuz Seyyid Kutub’un "Yoldaki İşaretler’’ kitabında üzerinde durduğu en önemi konulardan biri "cahiliyye" kavramı ve bu kavramın özellikleridir. O, “cahiliye toplumu” diye isimlendirdiği bu topluluğun özelliklerini, oluşmasını arzu ettiği İslam topluluğu ile karşılaştırırken şöyle seslenmektedir:

“Bu "cahiliyye", Allah'ın yeryüzündeki otoritesine, özellik­le "ulûhiyet" haklarına saldırı temeli üzerine kurulmuştur. Özellikle Allah'ın "hâkimiyet”ine saldırı temeline... Söz konusu "cahiliyye" anlayışı, otoritesini, insanlığa dayandırır; insanların bir kısmını diğer kısmının tanrısı (rabbi) yapar. Fakat günümüz cahiliyyesi, ilk dönem "cahiliyye" anlayışının kullandığı ilkel yöntemlerle bunu yapmaz, Allah'ın hayat için koyduğu ilâhî yöntemi bir köşeye atarak, Allah'ın onayı olmayan alanlarda, değerlerde, yaşama düzeni ve yasalarda, tutum ve davranışlarda kendine özgü bir "dünya görüşü" koyma hakkına sahip olma iddiası şeklinde yapar. Allah'ın kullarına yöneltilen düşmanca saldırı, işte Allah'ın otoritesi­ne böylesi bir saldırıdan doğuyor. Sosyalist düzenlerde insan­ların topluca ihanete uğraması, kapitalist düzenlerde bireyin ve toplumun sömürge ve sermayenin baskısı, altında kalarak zulüm görmesi, Allah'ın otoritesine saldırının ve Allah'ın in­sana bağışladığı kutsallığı yadırgamanın ortaya çıkardığı so­nuçtan başka bir şey değildir.

İşte bu noktada "İslâm'ın yegâneliği" ortaya çıkıyor. İs­lâm nizamının dışında kalan bütün nizamlarda, bir biçimde insanların bir kısmı diğer bir kısmına tapıyor. İslâmî yön­temde ise durum farklı; yalnız Allah'a kulluk etmekle, yalnız Allah'ı tanrı kabul etmekle ve yalnız Allah'ın önünde eğilmekle insanlar birbirine tapmaktan kurtulup tam bir özgür­lüğe kavuşuyorlar.

Bu nokta da, yolların ayrıldığı nokta... Aynı zamanda bu insanlığın gerçek yaşamında derin izler bırakacak köklü dü­zenlemelerle birlikte insanlığa sunabileceğimiz yepyeni bir "dünya görüşü" dur. Bu, insanlığın sahip olmadığı bir hazine­dir. Çünkü o doğusuyla batısıyla Avrupa düşüncesinin bir ürünü değildir.’’

Seyyid Kutub, bu bağlamda biz insanların tanımadığı ve kesinlikle üretemeyeceği olağanüstü, yepyeni bir değere sahip olduğumuzu ancak bu yepyeni ve olağanüstü değerlerimizi pratik hayatımızda somutlaştırmamız gerektiğini söylüyor. Ümmetin bu olağanüstü değerleri mutlaka yaşaması gerektiğini ve bu amaçla bir diriliş hareketinin başlatılması gerektiğine inanıyor. Peki, bu diriliş hareketi nasıl başlayacaktır? Dilerseniz bu sorunun cevabını Seyyid Kutub’dan okuyalım:

“İslâmî diriliş hareketi nasıl başlayacaktır? Öncelikle bu işe bütün benliği ile karar vermiş ve bu yola baş koymuş bir öncü topluluk... Yeryüzünün tümünde zorba­lığını bütün şiddeti ile uygulayan "cahiliyye" egemenliğine son vermeye kararlı bir topluluk... Yeryüzünü kuşatan bu cahiliyyeden uzak durmaya çalışırken öte taraftan belirli bir biçimde onunla ilişkide olmayı savsaklamayan bir topluluk... Böylesi bir kararlılıkla bu yola baş koyan "öncü topluluk"un üstlendiği bu zorlu görevin tabiatını bilmesi, görevini hakikatini kavraması, amacının asaletini ve çıkacağı bu uzun yolculuğun başlangıç noktasını saptayabilmeği için ona kılavuzluk edecek "yol işaretleri" gerekir. Yeryüzünün her köşesini ihata eden cahiliyye karşısında tutumunu belirleyebilmesini sağlayan "yol işaretleri"...

Bu öncü topluluk insanlarla hangi noktalarda birleşecek, hangi noktalarda ayrılacak; sahip olduğu özellikler neler, cahiliyyenin sahip olduğu özellikler nelerdir; İslâm'ın dili ile cahiliyye ehline nasıl konuşacak ve hangi hususlarda tartışa­cak; bu insanlarla hangi noktalarda birleşecek?.. Bütün bu konularda nasıl hareket edeceğini kendisine öğreten bilgiyi hangi kaynaktan sağlayacaktır?.. Bu "yol işaretleri" öncelikle "âkide"den, yani Kur'ân'dan alınmalıdır; Kur'ân'ın temel yö­nelimlerinden... Allah'ın yeryüzünde yerine getirmek istedi­ğini kendileri ile gerçekleştirdiği seçkin, arınmış benliklerde etkisini gösteren Kur'ân'ın dünya görüşünden... Allah'ın ta­rihin seyrini kolay bir biçimde değiştireceği kaynaktan...’’

İşte bu yüzden Seyyid Kutub, İslam düşüncesinin teşekkülü devresinde hiçbir yabancı kaynaktan beslenmeden, sadece Kuran okumanın gerekliliğini çok önemli görüyordu. O’nun düşüncesine göre saf ve katıksız bir İslam fikrinin oluşması için zihni bulandıracak hiçbir unsur olmamalıydı. Kuran dışında okunacak her şey bu safiyeti bozabilirdi. O, ilk Kur’an neslinden sonra ikinci bir Kur’an neslinin gelmemesinin de bu konu ile ilişkili olduğunu düşünmektedir:

"Allah Elçisi (as) Tevrat sayfasını Hz. Ömer'in (ra) elinde görünce kızar ve şöyle buyurur: 'Andolsun, Musa (as) aranızda olsaydı, bana uymaktan başka bir yol tutması caiz olmazdı."

Allah Elçisinin böyle davranmaktaki asıl amacı, söz ko­nusu nesli ilk oluşum döneminde benliklerini yalnız onunla arındırmaları ve susuzluklarını gidermeleri için doğrudan Allah'ın kitabına bağlamaktı. Çünkü böylelikle ancak yalnız Onun yöntemine dosdoğru olarak dönebilirlerdi. Allah Elçisi­nin Ömer'e kızması, onun başka bir kaynaktan beslenmeye yöneldiğini görmesinden dolayı idi.

Allah Elçisi, yüreği bütün pisliklerden arınmış yepyeni bir nesil yaratmak istiyordu. Beyni, düşüncesi ve bilinci Kur'ân'ın içerdiği ilâhî yöntemden başka şeylerden tamamen arınmış, saf, arı-duru bir nesil...

İşte o nesil sadece ve sadece bu kaynaktan susuzluğunu gideren bir nesildi, tarihteki eşsizliği bu yüzdendi.

Sonra ne oldu?.. Kaynaklar karıştı, safiyet bozuldu! Bu neslin ardından gelen kuşakların beslenme kaynaklarına Grek felsefesi ve mantığı, Pers efsaneleri ve düşünce biçimle­ri, yahudi israiliyatı ve Hristiyanlık mistisizmi, bunların dı­şında kalan diğer kültür ve medeniyetlerin tortuları karıştı. Bütün bu sayılan kültür ve medeniyet öğeleri Kur'ân tefsirle­rine, kelâm ilmine, fıkıh ve fıkıh metodolojisine de bulaştırıl­dı. O nesilden sonra gelen bütün nesiller bu bulanık kaynak­tan beslendiler. İşte bundan dolayı o evsafta ikinci bir nesil kesinlikle gelmedi. O nesil ile öteki nesiller arasındaki açık farklılıktaki birincil faktörün kaynakta meydana gelen bu bulanıklıkta olduğunda kuşku yoktur.
Ana kaynağın doğasının değişimi dışında burada diğer bir faktör daha vardır: bu faktör, o eşsiz kuşağın bilgilenme yön­teminde meydana gelen farklılıktır.
İlk dönemin eşsiz nesli Kur'ân'ı, bilgilerini, görgülerini, kültürlerini arttırmak, müzikal bir zevk almak ya da dünya­sal bir çıkar sağlamak amacıyla okumuyorlardı. Kur'ân'ı kendisiyle kültür edinilen, ilmî ve fıkhî konularda dağarcık doldurulan bir kaynak olarak algılamıyorlardı. Onlar kendi­lerinin ve içinde yaşadıkları toplumun yaşamlarının her bo­yutunu düzenleyen Allah buyruğu olarak algılıyorlardı Kur'ân'ı. Bu buyruğu da, savaş alanında aldığı 'anlık komut'u yerine getiren asker gibi duyar duymaz yerine getiril­mesi gereken bir buyruk olarak kabul ediyorlardı. Bu yüzden onlardan hiçbirisi, bir oturumda ilâhî emirlerin çoğaltılması­nı arzulamazdı. Çünkü o emir çoğalınca boynuna binecek yü­kümlülüklerin de çoğalacağının bilincindeydi. İbn Mes'ud'un aktardığı hadiste anlatıldığı gibi onlardan her birisi, sadece on âyet alıp ezberlemek ve pratiğe geçirmekle yetinirdi.

İşte, ilk neslin yaşadığı dönemde kişi İslâm'a girdiği zaman, cahiliyye dönemindeki geçmişini, İslâm'ın eşiği önünde ta­mamen bırakıyordu. Kişi İslâm'a girdiği andan itibaren yaşa­mında yepyeni bir sayfanın açıldığı bilinci ile hareket ediyor­du. Geçmişte cahiliyye döneminde yaşadığı hayattan tama­men ayrı ve farklı bir hayat... Cahiliyye döneminde bellediği bütün tutum ve davranışların her birisini kuşkulu, korkulu, sakınılması gereken tutum ve davranışlar olarak kabul eder; bunların hepsini İslâm'la uzlaşmayan pislikler olarak algı­lardı. İslâm'ın yepyeni yaşama biçimini işte böylesi duygular içerisinde algılardı müslüman olan kişi. Nefsine yenildiğin­de, geçmişteki kötü alışkanlıklarının albenisine kapıldığında, İslâmî yükümlülüklerinde bir zayıflama belirtisi hissettiğin­de... Derhal bu gibi durumların bir günah, bir yanılgı oldu­ğunun farkına varır, içine düştüğü bu durumdan nefsini temizlemesinin gerektiğini algılar; hemen yeniden Kur'ân'ın getirdiği "hidâyet" üzere yaşamaya yönelirdi.

Burada ortaya çıkan gerçek şu: Müslüman olan kişinin geçmişte cahiliyye döneminde yaşadığı hayat ile bugün İs­lâm'da yaşadığı hayat arasında tam bir bilinç ayrılığı söz ko­nusu idi. Bu bilinç ayrılığından, cahiliyye ortamında kendisi­ni çevreleyen cahiliyye toplumu ile olan ilişkilerinden tam bir kopuş meydana geliyordu. Bu bilinç sayesinde geçmişte birlikte olduğu, iç içe olduğu cahiliye ortamından tamamen kopup, bugün içinde yaşadığı İslam toplumuna tamamen entegre olabiliyordu. Günlük rutin hayat içerisinde bazı müşrik çevrelerle bir takım ticari ilişki içerisine girse bile durum değişmiyordu çünkü bilinçsel bir kopuş başka, günlük rutin hayat içerisinde girilen ilişkiler başka bir şeydi.’’

Seyyid Kutub, örnek ilk neslin Kur’an’a yaklaşım tarzını örnekleri ile anlattıktan sonra günümüz Müslümanlarının Kur’an’dan anladıklarını yaşamlarında nasıl somutlaştırmaları gerektiğini şu ifadelerle anlatıyor:

‘’Bundan sonra benliklerimizin tâ derinliklerine kadar iş­leyen cahiliyye gelenek ve göreneklerinden, cahiliyye yöne­tim biçiminden, cahiliyye dünya görüşünden ve cahilî toplu­mun dayatmalarından tamamen kurtulmalıyız. Bizim göre­vimiz bu cahilî toplumun gerçekleriyle uzlaşmak ve onun egemenlik hakkını onaylamak değildir. O bu niteliğini, yani cahiliyye niteliğini taşıdığı sürece onu onaylamamız müm­kün değildir; çünkü onu onaylamamız halinde, onunla uzlaşmış oluruz. Bizim başlıca görevimiz içinde yaşadığımız bu toplumu değiştirebilmek için, ilk önce kendi benliğimizi de­ğiştirmektir.

Birinci vazifemiz, şu içinde yaşadığımız toplumun gerçek­lerini kökünden değiştirmektir; bu cahilî realiteleri kökten değişime uğratmak. Bu realiteler, İslâmî yöntemle taban ta­bana çelişir, İslâmî düşünce ile çatışır. Bunlar, dayatmaları ve üzerimize uyguladıkları baskıları ile ilâhî yöntemin biz­den istediği hayatı yaşamaktan bizi mahrum bırakırlar.

Bu yolda atacağımız ilk adım, bu cahilî toplumun değer­ler sisteminin ve dünya görüşünün üzerine çıkmayı başar­mamız, yolun yarısında onunla karşılaştığımızda az ya da çok değerlerimizden ve düşüncelerimizden dönmememiz, ödün vermememizdir.

Hayır... Kesinlikle ödün veremeyiz, onlarla uzlaşamayız. Çünkü "biz" ve "onlar" tam bir yol ayrımında bulunuyoruz. Ona bir adım bile eşlik ettiğimizde maazallah yol ve yönte­min tamamını yitiririz!

Bu yolda elbette sıkıntı ve meşakketle karşılacağız. Bu yol bize ödemesi zor bir fatura sunacaktır. Ancak ilâhî bağışa mazhar oldukları bizzat Allah tarafından onaylanan, cahilî yöntem karşısında kendisine yardım edilen ilk neslin yolunda yürümek arzusu ile bu yola girdikten sonra başka seçene­ğimiz yoktur.

İlk eşsiz İslâm neslinin çıktığı gibi biz de bu cahiliyye ba­taklığından çıkabilmemiz için yürüdüğümüz yolun, tutum ve davranışlarımızın, metodumuzun özelliklerini her zaman çok iyi bilmek zorundayız. Bu bilgi, bu yolda yürümek isteyen kimsenin kesin hayrına olacaktır.’’

Kitabın “Kur’ani Yönetimin Yapısal Özelliği” bölümünde’ Seyyid Kutub, Kur’an’ın Mekke’de inen 13 yıllık bu bölümünde, birincil ve çözülmesi gerekli en önemli meselenin ‘’ Akide meselesi’’ yani tanrısallık-kulluk ve bunların arasındaki ilişkiler olduğu ve ilk iş olarak ta bu önemli sorunun çözümü ile işe başlandığını belirtmektedir:

‘’Allah'ın hikmeti gereği, elçilik (risalet) görevinin başladı­ğı ilk günden beri âkide meselesi birincil mesele olarak kabul edilmiş; Allah Elçisi davete ilk adımı, insanları "Allah'tan başka ilah olmadığı"na tanık olmaya çağırmakla atmış, onüç yıllık risalet süresince insanlara gerçek Rabb'lerini; sadece ona kulluk etmelerini öğretmekle geçirmiştir.

Safdillerin sandığı gibi bu yol Arap insanının yüreğine ulaşmak için gidilen en kolay yollardan birisi değildi. Zira Araplar "ilah" kelimesinin ve "lâilâhe illallah" cümlesinin ne anlama geldiğini; ulûhiyet (aşkın) en yüce egemenlik an­lamına geldiğini, kullandıkları lisanlarından biliyorlardı. Bi­liyorlardı ki, ulûhiyetin birlenmesi, yüce Allah'ın "tek"liğinin anlamı, egemenlik yetkisini kâhinlerin, kabile liderlerinin, yöneticilerin ve kralların elinden alarak tamamen Allah'a vermektir. Böylelikle söz konusu egemen güçlerin insanların vicdanları, dinsel yaşamları, hayat realiteleri, mal, yargı, ruh ve bedenleri üzerindeki egemenlik iddialarının son bula­cağının farkındaydılar.

Araplar "lâilâhe illallah" cümlesinin, ulûhiyetin birincil özelliği olan egemenlik hakkını gasp eden dünyevî otoriteye, bu gaspçı otoritenin söz konusu gasp ettiği temel üzerine kur­duğu yaşam biçimine, Allah'ın onaylamadığı yönetim düzeni­ne başkaldırmak anlamına geldiğini çok iyi biliyorlardı. Ken­di dillerinde "Lâ ilahe illallah" kelimesinin gerçek anlamda neye işaret ettiğini çok iyi bilen Arapların, bu İslâmî davetin yaşam biçimleri liderleri ve kralları açısından neyi ifade etti­ğini bilmemeleri mümkün değildir. O dönemde bu davetin di­ğer bir ifade ile başkaldırının Araplarca sert tepki ile karşı­lanması, avam ve havastan insanların ölümüne savaşması işte bu yüzden idi...’’

Peki, tüm bu zorluklara rağmen İslam Toplumu nasıl oluşturulacaktı. Hatta bundan daha da önemlisi nasıl bir yapısal özellik üzerine bina edilecekti? Kutub’un kaleminden okuyalım:

“Allah Elçisi Hz. Muhammed sayesinde gerçekleştirilen İs­lâm'a davet hareketi, yüce elçiler yönetiminde yürütülen uzun süreli davet zincirinin son halkasını oluşturur. İnsanlık tarihi boyunca yürütülen bu davet hareketi, tek bir amacı gerçekleştirmeyi hedefliyordu. "İnsanlara tek olan ilahlarını ve Hak olan Rab'lerini tanıtmak; yaratılmışların rablığını kaldırıp atarak yerine tek olan Rab'lerine kulluk etmelerini sağlamak...

Kısa sürede belirli sayıdaki insanın dışında kalan diğer insanlar, kesinlikle ulûhiyet ilkesini ve Allah'ın varlığını inkâr etmiyorlardı. Sadece Hak olan Rab'lerini gerçek anlamıy­la tanıma ve O'na başka tanrıları ortak tutmada yanılgıya düşüyorlardı; Bu ortak koşma ya itikad, ibadet biçiminde ya da hâkimiyet ve bağlılık biçiminde tezahür ediyordu. Bunla­rın iki biçimi de insanları Allah'ın dininden çıkaran şirk bi­çimleridir; onlar kendilerine gelen elçiler sayesinde öğrendik­leri ve tanıdıkları Allah'ın dinini, peygamberin gelişinin üzerinden uzun süre geçtiği zaman inkâr ediyor, kendilerini din­den çıkaran cahiliyyeye dönüyorlar bir kez daha Allah'a şirk koşma bataklığına düşüyorlardı. Bu, yukarıda da değinildiği gibi ya itikad, ibadet veya bağlılık ve hâkimiyet ya da hep­sinde birlikte oluyordu.

İnsanlık tarihi boyunca, Allah'a davetin doğal yapısı bu­dur. Bu davet "mutlak teslimiyeti" amaçlar; kulların Rab'lerine mutlak teslimiyetini; egemenlik, şeriat, değerler silsile­si, gelenek ve göreneklerinde onları kula kulluk bataklığın­dan çıkarıp yaşamın bütün evrelerinde yalnız Allah'ın ege­menliğine ve şeriatına bağlanmalarını ve sadece O'na kulluk etmelerini amaçlar. Hz. Muhammed'in (as) aracılığı ile gelen İslâm, kendisinden önceki peygamberlerin getirdiği İslâm gi­bi, yalnız bu amacı gerçekleştirmek için gelmiştir.

İslâm, insanları, kendilerini kuşatan varlık âleminin tü­münde olduğu gibi Allah'ın egemenliğine mutlak bağlanma­ya çağırmak için gelmiştir. Varlık evreninin tümünü sevk ve idare eden gücün, onların yaşamın da düzenlemesi, sevk ve idare etmesi gerekir. Bütün oluş âlemini sevk ve idare konu­sunda İslâm'a dönmeleri, yaşamın bütün evrelerinde Allah'ın şeriatını mutlak egemen kılmaları, yaşamlarındaki fıtrî ve isteme bağlı olan yönleri, kendi varlıkları ile diğer evrensel varlıklar arasındaki koordinasyonu (düzenlemeyi) bu şeriata göre yapmaları gerekir.

İnsanın insan üzerine egemenlik kuramı esasına dayalı, varoluş evrenine ters düşen, insanlar yaşamında isteme bağ­lı olan yönler ile fıtrata bağlı yönler arasındaki yöntemle ça­tışan cahiliyye sistemi... İşte tek Allah'a teslimiyete çağıran elçilerin tümü ve Hz. Peygamber'in davetinde karşısına di­kildiği cahiliyye sistemi budur. Bu cahiliyye anlayışı salt bir kuram biçiminde temsil edilmez; hatta bazen hiçbir kuramsal temeli bile olmaz. O sürekli aktif bir toplulukta temsil edilir; bu temsil ediliş, söz konusu toplumun yönetimine, dünya görüşüne, değerler silsilesine, kavramlarına, duygu ve düşüncelerine, gelenek ve göreneklerine boyun eğiş biçimin­de olur. Bu toplum soyut bir toplum değil, bireyleri arasında etkileşim, evrimsel ilişki, bağlılık ve dayanışma bulunan or­ganik bir toplumdur. Bu durum, sözü edilen bu toplumu, is­temli veya istem dışı, varlığını korumaya, savunmaya, varlı­ğına yönelen bütün tehditleri bertaraf etmeye yöneltir.

Cahiliyye anlayışı salt bir kuram değil de böylesi aktif, organize bir toplumda temsil edildiği için, onu ortadan kaldı­rıp insanları bir kez daha Allah'a çevirmek için girişilecek mücadelenin salt bir kuramdan ibaret kabul edilmesi kesin­likle doğru bir şey değildir. Çünkü böylesi bir anlayışla giri­şilecek mücadele, aktif ve organize bir toplum tarafından ya­şanan, temsil edilen cahiliyye zihniyeti ile boy ölçüşemez. Halbuki bizatihi var olan bir sistemi tamamen yıkıp yerine onunla taban tabana ters olan yeni bir sistemi kurmak iddia­sında bulunan anlayışın ondan üstün olması gerekir. Bilakis bu yeni girişimin kuramsal temelde ve uygulamada dayandı­ğı temeller bakımından çok daha güçlü, fertleri arasındaki ilişki bağı, mevcut cahiliyye sisteminden çok daha sağlam olmaktır. İnsanlık tarihi boyunca İslâm'ın dayandığı kuramsal temel hep şu olmuştur: "Allah'tan başka ilâhın olmadığı"na. tanıklık etme temeli; yani ilahlık, Rab'lık, güçlülük otorite ve egemenlik konularında bütün eksikliklerden uzak olan Al­lah'ı birlemek; O'nu, yüreklerdeki itikâd, davranışlardaki kulluk ve tüm hayat gerçeklerinde şeriatına bağlanarak bir­lemek. .. Allah'tan başka ilâh olmadığına şahadet etmek, müslüman veya müslüman olmayan kişinin onu söylerken ona itibar ettiği, hakikî, ciddî bir varlık kazandırdığı yetkin bir biçimde olmadıkça fiilî olarak varlığı kabul edilemez.

Kuramsal yönden bu ilkeyi yerleştirmenin anlamı, insan­ların, hayatın tüm aşamalarında Allah'a dönmeleri, yaşamın hiçbir merhalesinde kendi başlarına yargıda bulunmayıp bü­tün alanlarda mutlaka Allah'a uymaları ve O'na başvurmala­rı gerekir. Allah'ın söz konusu bu hükmünü de kendilerine tebliğ eden tek kaynaktan öğrenmelidirler. Bu tek kaynak ise Allah'ın Elçisidir. İşte bu hakikat İslâm'ın ilk rüknü olan kelime-i şehadet'in ikinci yarısında ifadesini bulan;

"Muhammedün resûlullah" yani, Muhammed Allah'ın el­çisidir, ifadesidir. İslâm'ın somut hale getirildiği ve üzerine bina edildiği yegâne kuramsal ilke budur. Bu temel ilke müslüman ferdin "dârü'l--İslâm"da ve "darü'l-İslâm"ın dışında bireysel ve toplumsal hayatın bütün evrelerinde, müslüman bir toplumla olan ilişkilerinde; müslüman toplumun başka toplumlarla olan ilişkilerinin tüm aşamalarında uygulanma­sı halinde, bütün ihtiyaçlara cevap verebilecek eksiksiz bir hayat yöntemi ortaya çıkar. İslâm'ın, onu bir itikad biçimi olarak kabul ederek gerekli ibadetleri yerine getirilerek; içinde yaşadıkları cahiliyye toplumunun fiili etkinlikleri karşısında fertler halinde kalarak soyut bir kuram halinde temsil edilmesi mümkün değildir. Zira onla­rın bu biçimde var olmaları —sayıları ne denli çok olursa ol­sun— İslâm'a pratik bir varlık kazandırmaz. Çünkü bizatihi mevcudiyetini sürdüren cahiliyye toplumu ile organik yön­den içli dışlı olan müslüman bireyler, bu organik toplumun isteklerine ister istemez boyun eğmek zorunda kalacaklardır. İçinde yaşadıkları ve bir sürü organik bağlarla bağlandıkları bu organize toplumun yaşam için mecburî kıldığı ihtiyaçları şuurla veya şuursuz karşılamak, söz konusu toplumun varlı­ğını savunmak, onun varlığını tehdit eden unsurlara karşı mücadele etmek zorunda kalacaklardır. Çünkü organize olmuş bir toplumsal yapı, kendisine bağlı olan bireylere istese­ler de istemeseler de bu tür görevleri yaptırır. Bu bağlamda kuramsal açıdan müslüman olan fertler, teorik olarak kaldır­maya çabaladıkları cahiliyye toplumunun güçlenmesi yönün­de çalışmış olacaklardır. Onun varlığını sürdürmesi için sü­rekli taze kan sağlayan birer canlı hücre konumunda olacak­lardır. Bütün uzmanlıklarını, yeteneklerini bu toplum yaşa­sın ve güçlensin diye seferber edeceklerdir. İslâmî bir toplum oluşturmak için söz konusu bu cahiliyye toplumunu ortadan kaldırmaya yönelik mücadele vermeleri gerekirken bu böyle olacaktır.

Bundan dolayı, İslâm'ın kuramsal temelinin “akide ba­zında’’ daha ilk adımda organize ve hareket halindeki bir toplulukta temsil edilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.İs­lâm ortadan kaldırmayı hedef edindiği hareket halindeki ca­hiliyye toplumundan bağımsız olarak kendine özgü organik bir toplum kurmak zorundadır. Söz konusu bu yeni toplulu­ğun ekseni, Allah elçisinin kişiliğinde ve ondan sonra gelen, insanları yalnız Allah'ın rubûbiyetine, gücüne, egemenliğine ve şeriatına döndürmeyi hedefleyen yepyeni bir yönetim ol­malıdır. Cahiliye toplumunun içerisinden kopup gelerek "Lâ ilahe illallah Muhammedûn Rasûlullah" yani, Allah'tan başka ilâh yoktur; Muhammed O'nun kulu ve elçisidir di­yen herkes söz konusu cahiliye toplumu ile ilgili bütün ilişki­lerini kesmeli onun egemenliğinden çıkmalıdır. Bu yönetim ister kahinlik, büyücülük yalancı gayb habercileri tarafından kurulan bir yönetim olsun, isterse Kureyş'te olduğu gibi siyasî, sosyal ve toplumsal yönetim biçimi olsun, durum de­ğişmez. Kelime-i şehadeti getiren herkes bütün bu yönetimlere başkaldırıp yeni kurulan organik İslâm topluluğunun egemenliği altına girmeli, müslüman bir yönetime entegre olmalıdır.”

Seyyid Kutub, işte böyle kapsamlı ve teorik temellerle ifadesini bulan islam’ın ilk andan itibaren yukarıda anlatıldığı gibi organik, aktif, cahiliye toplumundan tamamen bağımsız ve bu topluma sürekli direnen canlı bir toplulukla temsil edilebileceğini, var olabileceğini düşünüyor. O, her nerede olursa olsun İslam’ın cahili bir toplumun gölgesinde yeniden doğmasını mümkün görmemektedir.

Seyyid Kutub, kitabın ‘’İslam’da Cihad’’ bölümünde ise yeryüzünde insan egemenliğine dayalı sistemler ile mücadele etmenin yalnız kendilerine İslam hakikatinin tebliğ edilmesi ile mümkün olmayacağını Kur’an’i delilleri ile açıklamaktadır:

“ Yeryüzünde insan egemenliğine dayalı yönetim biçimleri­ni tamamen ortadan kaldırıp yerine Allah'ın hâkimiyetini kurma; Allah'a ait olan hâkimiyet hakkını gasp eden tağutlardan bu hakkı geri alıp tekrar Allah'a iade etme; insan te­meline dayalı, insan yapısı olan yasaları yürürlükten ilga edip insanların yönetimini sadece Allah'ın şeriatına bırak­ma... Tüm bu faaliyetler sadece İslâm'ın teorik yönünü in­sanlara açıklama ve tebliğ etme yolu ile gerçekleştirilemez. Çünkü insanlara musallat olup onların enselerinde boza pişi­ren, Allah'ın yeryüzüne yönelik hakimiyet hakkını gasp eden tağutlar, yalnız İslâm'ın kendilerine tebliğ edilmesi ve izah edilmesi ile kuruldukları iktidar koltuklarından, kendi rıza­ları ile feragat etmezler. Eğer durum böyle olsaydı Allah'ın dinini (hakimiyetini) yeryüzüne hakim kılma mücadelesi ve­ren peygamberlerin işleri, yaşanılanlar kadar zor değil kolay olurdu. Oysa peygamberler ve kuşaklar boyu İslâm tarihi bu­nun böyle olmadığını bil'akis tam tersinin vuku bulduğunu söylemektedir.

Bu durumda bildiri yani mesaj, inanç ve düşünce sistemi olarak söz konusu dünyevî engellerin karşısına dikilecekse, "hareket" de onunla birlikte bu mânâların karşısına çıkacak, onlarla mücadelesini bu şekilde verecektir. Yani, mesaj (bil­diri) ve hareket (aktivite), birlikte, bütün güçleri ile insan ürünü sistemlerin tamamına, onlara denk düşecek araç ve gereçlerle karşı koyacaktır. Yeryüzünün her köşesinde, tüm insanlığı mutlak kurtuluşa ve özgürlüğe kavuşturmak için bu yöntemlerin her ikisinin kullanılması da gereklidir. Bu konunun yeniden fonksiyonel hale getirilebilmesi için önemle üzerinde durulması ve düşünülmesi gerekir.

İslâm, sadece Arap uyruğu taşıyan insanları kurtaran ve yalnızca onları özgürlüğüne kavuşturan bir bildiri; sadece Araplara özel bir mesaj değildir. Onun konusu "nev'i beşer", ilgi alanı ise tüm dünyadır.

Öte yandan Yüce Allah da ne yalnız Arapların ne de sa­dece İslâm âkidesini benimsemiş insanların Rabb'idir. Aksi ne tüm âlemlerin İlâh'ı ve Rabb'idir. Zira dinin asıl amacı, tüm âlemi, Rab'lerinden başkasına kulluk etme zilletinden kurtarıp sadece Rablerine kul olma izzetine nail kılmakta­dır. Çünkü İslâm açısından en büyük kölelik (zillet) insanla­rın, bir takım kimselerin, kendi istekleri doğrultusunda kur­dukları sistemlere (rejimlere) boyun eğmektir. Halbuki bu itaat Allah'tan başka bir varlığa yapılmaması gereken bir ibadet biçimidir. Bu itaat biçimi ile Allah'tan başkasına yö­nelen kimse, ne kadar bu dine inandığını iddia ederse etsin, Allah'a ait dinin dışına çıkar.

Kendi âkide sistemini insanlara zorla kabul ettirmek, ke­sinlikle İslam'ın amacı ve yöntemi değildir. Çünkü İslâm salt inanç değildir. İslâm in­sanı, kula kulluk zilletinden kurtaran evrensel bir bildiridir, öncelikle insanın insana kulluk etmesi, insanın insana egemen olması temeline dayalı rejimleri ortadan kaldırmayı amaçlar. Ardından, üzerlerindeki politik baskıları kaldırdıktan, katıksız seçme özgürlüğünü kullanmak isteyen fertleri, özü edilen aydınlatıcı ve kurtarıcı mesajı, ruhlarına ve akıl­arına sunulduktan sonra, kendi âkidesini seçmek noktasın da, onları özgür bırakır. Ancak bu özgür bırakma tecrübesi­nin anlamı, fertlerin kendi dizginlenmeyen arzularını (neva­larını) tanrı edinmeleri veya kendi istekleri ile kula kulluk etmeleri, bir kısmı diğer bir kısmını, Allah'tan başka rabler edinmeleri demek değildir.

İnsanlığın yeryüzünde egemenliği altında yaşaması gere­ken düzen, (rejim) tek Allah'a kulluk etme temeline dayalı bir düzen olmalıdır. Yaşama ile ilgili olan bütün düzenleme­ler yalnız O'ndan alınmalıdır. Daha sonra bu evrensel niza­mın gölgesinde yaşayan her ferd, kendi özgür iradesi ile dile­diği inanç biçimini benimseyebilmelidir. İşte böyle olursa "din" tamamen Allah'a ait olur. Yani yargı, mutlak itaat ve tam bağlanma ve kulluk bunların tamamı yalnız Allah için yapılmış olur.

"Din" kavramı, "âkide" kavramından daha geniş içerikli­dir. Din, hayata hükmeden ve hayatı yönlendiren sistem ve yöntemin adıdır. Bu husus ise İslâm'da inanç temeline daya­nır. Ancak genel anlamı ile "din", "âkide" kavramından daha geniş kapsamlıdır. Bu nedenle İslâm'a göre evrensel mânâda çeşitli cemaatler (topluluklar) İslâm inancını benimsemeseler bile, tek Allah'a kulluk esasına dayanan yönetim biçimine (rejime) boyun eğmeleri mümkündür.
İslâm'ın doğal ve yasal özelliğini, anlatılan bu şekli ile al­gılayabilen kimseler, mesaj ulaştırma yolu ile yürütülen cihad eyleminin yanı sıra silahla cihad etmenin de kesin bir gereklilik olduğunu; İslâm'da cihad kavramının, çağdaş bas­kı ve zulümlere karşı insanı kurtarma hareketi olarak tasvir eden hilebaz doğubilimcilerin (oryantalistler) saldırıları ve menfî propagandaları karşısında yenilmişlik pisikozuna ya­kalanarak onun bir savunma savaşı olmadığını kavrarlar. Halbuki söz konusu doğubilimciler İslâm'ın cihad hareketi­nin basit bir savunma savaşı olmayıp, insanla ilgili gerçekle­rin her aşamasına ve her yönüne denk düşecek mücedele araç ve gereçleri ile, yenileşen her safhaya özgü araç ve ge­reçler kullanan evrensel boyutta bir çeşit insanlığı kurtarma operasyonu olduğunu bir türlü kavrayamazlar.

Yeryüzünün tamamında yaşayan tüm insanlığı kurtarma gibi son derece büyük bir iddia ile yola çıkıp daha sonra, sö­zünü ettiğimiz bir sürü engelle karşılaşınca sadece sözlü me­saj ulaştırma ve sözle cihad edeceğim ve böylelikle amaçladı­ğım o büyük hedefime ulaşacağım demek düpedüz ahmaklık ya da başka bir ifade ile saçmalıktır. Zira sözle mesaj ulaştır­ma ve lisanen tebliğ, ancak İslâmî âkide ile fertler arasında­ki mânâların tamamen ortadan kaldırılıp, insanlar kendi öz­gür iradeleri ile o akide ile baş başa kalabildiği, söz konusu mânâların etkilerinden tamamen kurtuldukları zaman ve mekânlarda mümkündür. İşte ancak böyle bir ortamda "Din­de zorlama yoktur" ilkesi geçerli olur. Fakat söz konusu en­gellerin bulunması halinde, öncelikle bunların güç kullanma yöntemi ile ortadan kaldırılması gereklidir. Ki insan, bu prangalardan kurtulup kalbi ve kafasıyla, uygun bir ortam­da, sunulan mesaja muhatab olabilsin.”

Seyyid Kutub’a göre bir kısım Müslümanların İslam’ın yayılması hareketini basit bir savunma hareketi olarak ifade etmeleri veya böyle algılamaları, Müslümanların gücünün kalmadığı bir zamanda söz konusu saptırıcı oryantalistlerin olumsuz propagandalarından etkilenmeleri sebebiyle olmaktadır. Tabii ki Cenab-ı Hakk'ın bir lütuf olarak koruduğu, her şeye rağmen yeryüzünde egemenlik hakkını asıl sahibi olan Al­lah'a iade etmek, dinin tamamen Allah'ın olmasını sağlamak, insanın mutlak kurtuluşunu gerçekleştirmek gibi İslâm'ın evrensel mesajını amacına ulaştırmak hususunda ısrarlı olan mü'minleri bu gurupların dışında tutmaktadır. Yukarıda sözü edilen aşağılık psikozuna kapılan ve yılgınlaşanlar güruhuda İslâm'da cihad kavramının asıl amacını kavramak için çaba harcaya­cakları yerde, cihad kavramını edebî inceliklerini araştırmakla meşgul olan kimseler olmakla suçlamaktadır. Bu bağlamda Seyyid Kutub kitabının bu bölümünde şu ifadelere yer vermektedir:

“İslâm'ın ilk yayılış yıllarını anlatan Kur'ân'î naslarınin taşıdığı derin mânâları algılamanın yanı sıra başka edebî in­celikler aramaya ve âyetleri bu inceliklere göre yeniden açık­lama girişiminde bulunmaya hiç gerek yoktur bizce.

Yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Dünya hayatını âhiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Al­lah yolunda savaşır ve öldürülür veya üstün gelirse, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.

"Size ne oldu ki Allah yolunda ve: "Rabb'imiz bizi şu zalim kentten çıkar, bize katından bir koruyucu ver!" diyen müstaz'af erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz.

"Mü'minler Allah yolunda savaşırlar: Kâfirler de tağutlar yolunda savaşırlar. O halde şeyta­nın dostları ile savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır." (Nisa, 4: 44-46)

Diğer bir âyette ise şöyle buyurulmaktadır:

"Kafirlere söyle: Eğer vazgeçerlerse geçmişteki günahları bağışlanır; yok yine eski hallerine dönerlerse öncekilerin uygulaması geçmiştir. (Onlara uygulanan yasa aynen kendilerine de uygulanabilir).

Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya dek onlarla savaşın. Eğer savaştan vazgeçerlerse kuşkusuz Allah yaptıklarını görmektedir." (Enfal, 8: 38-40)

"Kendilerine kitap verilenlere Allah'a ve ahi-ret gününe inanmayan, Allah'ın ve Elçisinin haram kıldığını haram saymayan ve "Hak dinî din edinmeyen kimselerle, küçülüp boyun eğerek kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.

'Yahudiler: "Uzeyr, Allah'ın oğludur" dediler. Hıristiyanlar da: "Mesih, Allah'ın oğludur" dediler. Bu onların ağızları ile geveledikleri sözlerdir. Sözlerini, önceden inkâr etmiş kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl da Hak'tan Bâtıla çevrili­yorlar.

"Hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan başka rabler edindiler. Meryem oğlu mesihi de öy­le... Oysa kendilerine yalnız tek olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şey­lerden münezzehtir.

"Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isti­yorlar. Halbuki kafirler hoşlanmasalar da Al­lah nurunu tamamlamak ister." (Tevbe, 9: 29-32)

Sıralanan bu âyetlerin tamamı, yeryüzünde Allah'ın ilahlık sıfatını yerleştirmek, insanların hayatına, yalnızca O'nun koyduğu yöntemi (İlâhî şeriatını) uygulamak; tağutî yöntem (sistem) ve rejimleri yürürlükten kaldırmak; kula kulluk te­meline dayalı beşerî iktidarları ve bu iktidardakileri kurulduklari iktidar koltuklarından indirmek, insanların yalnızca Allah'a kul olmalarını sağlamak... Bütün bunları realize et­mekten ibarettir. Bunların hepsi hayata geçirilmesi gereken ilâhî gerçeklerdir.

İnsanlar kula kulluk bataklığından kurtarılıp, yerde gök­te bütün otorite Allah'a aittir; din tamamen O'nundur ilkesi­ni ikrar ettikten sonra "dinde zorlama yoktur ilkesi" ancak geçerlilik ve yeterlilik ifade eder. Ancak bu amaçlar gerçek­leştirildikten sonra insanlara zor yolu ile bir akidenin dayatılması İslâm dışıdır.

Ayetlerde sıralanan unsurlar, yeryüzündeki tüm insanlı­ğı kula kulluk zilletinden kurtarıp eşi ve benzeri olmayan tek Allah'a kulluk etme şerefine ulaştırarak evrensel boyutta onun kurtuluşunu sağlayan ve ona mutlak özgürlüğünü ka­zandıran gerekçelerdir. Tek başına bu amacın gerçekleştiril­mesi bile insan adına yeterlidir.’’

Seyyid Kutub ayrıca, bu bölümde islam ’da Cihadın amacını anlatırken, İslam’ın dışında kalan diğer düzenlerle İslam arasındaki farklara da değinmektedir:

“İslâm'ın gerçekleştirmek istediği asıl amacı, insanları, benliklerini fesada uğratan, seçme hürriyetlerini kayıt altına alan sistemlerin bozucu ve yıkıcı etkilerinden kurtarmaktır. Bu amacını gerçekleştirmek için tek tek insanlarla değil, doğrudan onları bu hale getiren sistemlerle, genel kabul gör­müş, İslâm'a ters dünya görüşleri ile mücadele eder, onların üzerine saldırır ve onları ortadan kaldırmaya çalışır.

İslâm'ın cihad etme hakkı bu kadarla bitmiyor. Çünkü Allah'ın, âlemlerin yegâne İlah'ı ve Rabb'i olduğu evrensel öğretisi gerçekleştirmek, insanlığı kula kulluk zilletinden kurtarıp yalnız tek olan Allah'a kul olma izzetine yüceltmek için her zaman harekete geçmek hakkı gene sadece İslâm'a özgü bir haktır. İslâm'ın dünya görüşüne ve uygulanabilir gerçeğine göre insanlığın topyekun tek Allah'a kulluk et­mesi ideali ancak İslâmî bir dünya düzeninin gölgesinde ve­rilecek mücadele sonucunda mümkün olur. İşte bu orijinal "dünya düzeni" yüce Allah'ın bütün kulları için, yönetenler, yönetilenler, zenci-beyaz, avam-havas, fakir-zengin.. tüm insan cinsi için koyduğu, hepsini aynı seviyede kapsamına dahil eden bir "dünya düzeni"dir.

İslâm'ın dışında kalan diğer insanî düzenlere gelince, on­lar İslâm'ın öngördüğü "dünya düzeni"nden tamamen farklı­dırlar. Örneğin İslâmî dünya düzeninde tek Allah'a kul olma öğretisi temel iken, onların hepsi kula kulluk esasına dayanır. Çünkü onlar, insan hayatını düzenleyen ilke ve yöntemleri Allah'tan değil, insandan alırlar. Hâlbuki insan hayatının her safhasını düzenleme, sadece Allah'a özgü olan ulûhiyetin özelliklerindendir. Zira hangi insan, kendisi gibi diğer insanları sevk ve idare etmek için kendi isteği doğrultusunda yasal düzenlemelerde bulunursa, böyle bir kimse kemal ve eylem açısından düpedüz ulûhiyet iddiasında bulunmuş de­mektir. Bu iddiasını ister sözleri ile ifade etsin isterse etme­sin, fark etmez, sonuç aynıdır. Öte yandan kim de böyle bir iddiaya kalkışan kimsenin ileri sürdüğü tezleri, koyduğu yasaları benimserse, böyle bir hakkı kullanma imkanını ona ta­nırsa o da söz konusu kimseyi tanrılaştırmış, onun böyle bir şeye yeltenmesini meşrulaştırmış olur. Yapılan eyleme ister böyle bir ad konulsun isterse konulmasın, önemli değil. Önemli olan işlenen fiilin niteliğidir.”

Seyyid Kutub “La İlahe İllallah’’ bir yaşam biçimidir diye ifadelendirdiği kitabının bir başka bölümünde tüm bu hususları şu şekilde anlamlandırmaktadır:

“Yalnız Allah’a kulluk etme ilkesini, "Lâ ilahe illallah" yani Allah'tan başka ilah yoktur, şehadet kelimesinde ifade edi­len, İslâmi âkide rüknünün ilk yarısını meydana getiren kıs­mında öğreniyoruz. Bu kulluğun nasıl yapılacağı meselesini ise "Muhammedun Rasûlullah" yani, Muhammed Allah'ın elçisidir, ibaresinde ifade edilen şahadet kelimesinin ikinci ya­rısından öğreniyoruz. Bu ilke her iki parçası ile inanan kim­senin kalbinin derinliklerine yerleşir. Çünkü bu iki temelden sonra gelen diğer iman ilkeleri ve İslâm esasları onların bir gereğidirler. Meselâ Allah'ın kitaplarına meleklerine, resul­lerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan oldu­ğuna inanmak; bunların yanı sıra İslâm'ın beş temel esası olarak kabul edilen namaz kılma, zekat verme, oruç tutma ve hacca gitme; bunlardan sonra hadleri (ağır cezalar) helâl, haram, medenî ilişkiler, yasama, yürütme ile ilgili tüm dü­zenlemeler (teşr'i) ve tüm İslâmî yönetimler., bütün bunlar, yalnızca Allah'a kulluk etme temeline dayanan ilke ve eylemlerdir. Hepsi bu temel üzerine bina edilirler. Bunların hepsinin öğrenilmesi ve uygulanmasında başvurulacak yegâne kaynak, Allah elçisinin, Rabb'inden alarak bize sun­duklarının tamamı yani Kur'ân ve Sünnet'tir.

İslâm Toplumu, bu temel ilkeyi ve onun gereklerini topyekun temsil eden (yaşama geçiren) organik bir yapıdır. Zira söz konusu temel ilkeyi ve onun gereklerini yerine getirme­yen toplum / ya da fert, müslüman sayılmaz. Bundan dolayı "Lâilâhe İllallah Muhammedun Rasulûllah" yani Allah'tan başka ilah yoktur; Muhammed Allah'ın elçisidir, şehadet ke­limesi bütün yönleri ile "islam Ümmeti"nin yaşamını üzerine kurduğu yetkin yaşama yönteminin temel ilkesidir. Bu temel ilke yerli yerine oturtulmadan böylesi bir hayat biçimi ona dayandırılamaz. Bir hayat düzeni bu temel ilkeden başka il­kelere veya onun yanı sıra başka esaslara ya da ona yabancı birkaç ilkeye dayandırıldığı zaman, söz konusu hayat, İslâmî bir hayat değildir; çünkü Kur'ân:

"Hüküm yalnız Allah'a aittir; O kendisinden başkasına kulluk etmemenizi buyuruyor; işte dosdoğru din budur.." (Yusuf, 12: 40)
"Kim Resül'e itaat ederse gerçekten Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa, 4: 80), buyurmaktadır.

Yasama ve yürütme ile ilgili yasaları, Cenabı Hakk'ın el­çisi aracılığı ile bize sunduğu şeriatından başka bir kaynaktan alan kişi de, bir olan Allah'a kulluk etmiş olamaz. Kur’ an şöyle diyor böyleleri hakkında:

"Yoksa onların kendileri için, Allah'ın izin vermediği din koyan ortakları mı var" (Şûra, 42: 21)

"Rasül size neyi verdi ise onu alın; size neyi yasakladıysa ondan sakının..."(Haşr, 59: 7)

İşte İslâm toplumu, bu özellikleri taşıyan toplumdur. Top­lumsal düzenlerinde, yasama ve yürütmelerinde, ibadet ola­rak yerine getirdikleri fillerinde ve ibadet biçimlerinde tem­sil edildiği, hayata geçirildiği gibi, fertlerin inançlarında ve düşünme biçimlerinde bir olan Allah'a kulluk etme ilkesinin hayatiyet kazandırıldığı bir toplum... Saydığımız hususlar­dan herhangi birisinin, İslâm'ın var oluş biçimine ters düşme­si, doğrudan İslâm'ın birinci ve temel ilkesi olan şahadet ke­limesine yani "Allah'tan başka ilah yoktur/ Hz. Muhammed Allah'ın elçisidir; cümlesine ters düşeceği için böyle bir du­rumda İslâm'ın varlığından, söz konusu kişi veya kişilerin müslümanlığından söz edilemez.”

Seyyid Kutub, tüm bu izahatlardan sonra islam’ın şimdiye kadar anlatılan yapısal özelliklerini bünyesinde bulunduracak bir İslam toplumunu kurarken nasıl bir yöntem uygulanacağı konusuna da açıklık getirmektedir:

“Böyle bir toplum; her şeyden önce kulluk görevini yalnız­ca bir olan Allah'a sunan; Allah’tan başkasına kulluk etmeye yanaşmayan; âkidede, anlayışında, düşünme biçiminde; ibadet şekillerinde ve ibadet olarak yaptığı fiillerinde; yönetimine tabi olduğu rejimde, yasama ve yürütmede... bunların hep­sinde Allah'tan başkasına kul olmayı reddeden insanlardan meydana gelen "İslâmî bir cemaat" olmadıkça böyle bir top­lum kesinlikle kurulamaz.

Kurulması arzulanan İslâm toplumunu meydana getire­cek insanlardan oluşan İslâmî cemaat, bu vecibeleri hakkı ile yerine getirdikten sonra şu görevleri de yerine getirir: sözge­limi bu cemaat fertleri hayatlarını tamamen bu arınmış kul­luk esasına göre düzenlerler. Vicdanlarını, Allah'tan başka ya da onun yanı sıra başka bir ilah/ veya ilahlara inanmak­tan temizlerler. Dînî vecibelerini, Allah'tan başka / veya onun yanı sarı başka bir güce sunmaktan sakınırlar. Yasama ve yürütme ile ilgili yasalarını Allah'tan başka / veya onun yanı sıra başka bir kaynaktan almaktan tamamen kendileri­ni temizlerler. Ancak bu vecibeleri gereği gibi yerine getirirse bu cemaat 'İslâmî bir cemaat', bu cemaatın meydana getirdi­ği toplum da İslâm toplumu olur.

Ancak daha önce de değindiğimiz gibi, insanlar arasında bir grup kulluklarını ihlasla Allah'a sunma ilkesini yerleştir­mediği sürece böyle bir cemaatın oluşması, böyle bir toplu­mun yaratılması mümkün değildir. Çünkü her şeyden önce bu insanlar gerçek anlamıyla müslüman sayılamazlar henüz. Yaşamlarını tamamen bu ilkelere göre düzenlemeyen insan gurupları İslâmî bir toplumu meydana getiremezler. Bunun böyleliği şundan dolayıdır: İslâm dininin üzerine bina edildi­ği temel ilke, aynı zamanda İslâm toplumunun da üzerine kurulması gereken temel ilkedir. Bu ilke ise şahadet kelime­si, yani: "Lâ ilahe illallah/Muhammedun Rasûlullah" cümle­sidir. Bu ibarede yer alan iki ayrı parçanın birleştirilerek ka­bul edilmesi hususu gerçekleştirilemezse ne İslâm'dan ne de İslâm toplumundan söz edilebilir.

Hal böyle ise yapılması gereken nedir?

İslâmî bir toplum düzeni (dünya düzeni) ve bu düzene uy­gun bir toplum meydana getirmeyi düşünmeden önce fertle­rin kalplerini, vicdanlarını Allah'tan başkasına kulluk etmekten arındırmaya; Al­lah'tan başkasına kulluk etme zilletinden kendilerini kurta­rıp vicdanlarını arındırmayı başaran bu kişileri İslâmî bir cemaat' çatısı altında bir araya getirmeye büyük özen gösterilmelidir.

Peki, “cahiliye toplumu’’ nedir? şimdi bir kez daha hatırlayalım.

Cahiliyye toplumu nedir: İslâm toplumu dışında kalan bütün toplum biçimleri adı sanı, niceliği ve niteliği ne olursa olsun "Cahiliyye toplumu"dur." Tanımın sınırlarının iyice belirlenmesini istersek kavramı şöyle de ifade edebili­riz: Cahiliyye toplumu, inançta, ibadette, yasama ve yürütme ile ilgili düzenlemelerde varlık kazanması, yaşanılır kılın­ması gereken tek Allah'a kulluk etme temeline dayanmayan her toplumdur. Bu özlü tanıma göre günümüzdeki toplum türlerinin tümü cahiliyye toplumudur.

Öyle ki kendini Müslüman sanan bazı İslâm toplumları(!) da cahiliyye sınıfına dahildirler. Bu toplumlar da Al­lah'tan başka varlıkların ilahlığına inandıkları veya ibadet olarak yerine getirdikleri vecibelerini Allah'tan başkasına sundukları için bu kategoriye girmiyorlar. Bu kategoriye gir-melerinin asıl nedeni, yaşama biçimlerinde tek Allah'a kul­luk ilkesini benimsememeleridir. Bu toplumlar her ne ka­dar görünürde Allah'tan başka bir varlığın tanrılığına inan­mıyor iseler de ulûhiyet haklarını Allah'tan başkalarına izafe ediyor; Allah'tan başkasının hakimiyet hakkını (veya buna iddiasını da diyebilirsiniz) onaylıyor; siyasal ve sosyal kurumlarını, yasama ve yürütme sistemlerini, değerlerini, ölçülerini, adet ve davranışlarını., yaklaşık olarak hayatın tüm dinamiklerini bu egemenlik kaynağına dayandırıyorlar. Bu tür kaynaklardan egemenlik haklarını aldıklarını iddia edenler hakkında Kur'ân şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın indirdiği serî hükümlerle hükmetme­yen (yönetmeyenler) kafir, işte onlardır." (Mâide, 5: 44)

Şunları görmedin mi, kendilerinin, sana in­dirilene ve senden önce indirilene inandıkları­nı sandıkları halde "tâğût"un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Oysa kendilerine, onu inkar etmeleri emredilmişti.... "Hayır Rabbimin hakkı için, onlar, aralarında çıkarı çekişmeli işlerde seni hakem tanıyıp son­ra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir bu­rukluk duymadan tam anlamıyla teslim olma­dıkça inanmış olamazlar.." (Nîsâ, 60, 65)

Daha önceki dönemlerde yüce Allah, Yahudi ve Hıristiyanları, bugün kendisinin Müslüman(!) olduğunu iddia eden bazı insanların yaptığı gibi, rahiplerini, hahamlarını Allah'tan başka rabler edinmelerinden ötürü şirke ve küfre düşmek ve tek olan Allah'a kulluk etme ilkesinden sapmakla suçlamıştı. Cenabı Hak yahudi ve hristiyanları Üzeyr ve İsa'yı tanrılaştırıp onlara tapmalarından ötürü müşrik olarak kabul etmiş­tir. Onlar gibi bu zamanda yapılan bu gibi hareketler de öte­kiler gibi tek olan Allah'a kulluk etme ilkesinden, Allah'ın hak dininden ve "Lâ ilahe illallah" şahadet kelimesinin sınır­larından çıkmak anlamını içermektedir.

Müslüman’ım iddiasında bulunan bu toplumların bazısı açıkça "lâik" olduğunu, dinle hiçbir ilişkisinin olmadığını ilan ederken bazısı da aslında dine saygılı olduğunu fakat dini sosyal düzenden tamamen soyutladığını (dinle devlet işlerini birbirinden ayırdığını) söylüyor. Görünmezi (gaybı) inkâr edip yerine, bilimselliğin gaybî (bilinmez) olanla çeliştiğini gerekçe göstererek siyasal ve sosyal düzeni "bilimsellik" ilke­sine dayandırıyor. Halbuki bu iddialar, ancak hiçbir şeyden haberi olmayan bilgisizlerin söyleyebileceği saçma sapan söz­lerdir.

Öte yandan bazıları ise egemenlik hakkını, fili olarak Al­lah'tan başkasına tanıyıp dilediği gibi yasal düzenlemelerde bulunmaktadır. Bu yaptığı yetmezmiş gibi bir de kalkıp ken­disinin koyduğu bu düzenlemeler hakkında: 'İşte bunlar, Al­lah'ın şeriatıdır' demektedir. Bu sözlerin hareket ve davra­nışlarının tümü, bir olan Allah'a kulluk etme temeline da­yanmaları hususunda özdeştirler.

Bu durumlar iyice belirginlik kazanınca, İslâm'ın câhili toplumlara karşı takınacağı tavrı tek cümle ile ifade etmek mümkündür: İslâm, bu tür toplumların Müslümanlık iddia­larını, ve kendi istekleri doğrultusunda ortaya koyup ardın­dan bunların şeriata uygun olduğu savunmalarını temelden reddeder.”

Seyyid Kutub’a göre İslam sadece iki tip toplum tanır: ‘’ İslam Toplumu’’ ve “Cahiliye Toplumu”. Devamında şöyle der:

“İslâm toplumu itikad, ibadet, şeriat (yasama ve yürütme) sosyal ve siyasal nizam, ahlâk ve yaşama biçimi olarak İs­lâm'ın topyekün uygulandığı, yaşanıldığı toplum tipidir.

Cahili toplum tipi ise; İslâm'ın uygulanmadığı ve İslâm'ın inanç sisteminin (İslâm âkidesinin) düşünce yapısının, de­ğerlerinin, ölçülerinin sosyal ve siyasal sisteminin, ahlâk ve yaşama biçiminin yürürlükte olmadığı bir toplumdur.

İslâm toplumu, kendilerini müslüman saydıkları halde, islâm şeriatını yasa edinmeyenlerin (yaşama biçimi olarak kabul etmeyenlerin) meydana getirdiği bir toplum değildir. Bu insanların namaz kılmaları, oruç tutmaları, hacca gitme­leri, böyle bir toplumun İslâm toplumu olmadığı sonucunu değiştirmez. İlkelerini bizzat Allah'ın koyduğu, ayrıntılarını Allah Rasulü'nün açıkladığı ilâhî nizamdan ayrı olarak bir takım kimselerin kendi isteklerine uygun düşecek biçimde icad ettikleri ve adına "İslâm Modernizmi!" dedikleri toplum tipi de İslâm toplumu değildir.

Peki tüm bu İslam toplumunun oluşumu için gerekli harekete ilk startı verecek olan kaynak güç nedir?

Bu harekete ilk start veren güç, insanî çevre ve maddî kâinatın sınırlarının ötesindedir. Emir bu merkezden verilmektedir.

İnsanlardan hiçbirisinin ne beklediği ne de hesabını yap­tığı, işin başlangıcında, insanın elinin olmadığı bu gaybî ve yazgısal öge, İslâm toplumun ilk kuruluş hareketinin, ilk adımının atılması için start vermiştir. İnsanın da onunla bir­likte, aynı gaybî kaynaktan geldiğine inandığı, sadece Al­lah'ın takdiri ile gelen ve gelişen bu inanç sistemi ile birlikte eylem başlar. İşte insan teki bu akideye îman etmeye başla­dığı andan itibaren, fiilî olarak İslâm toplumu da var olmaya başlar. Çünkü söz konusu insan teki bu inanç sistemini be­nimsedikten sonra, kendi bireysel kabuğuna çekilemez. O, akîde ile birlikte harekete geçecek, etkinliklerde bulunacak­tır. İnancın özelliği budur çünkü. Canlı, aktif olma özelliği... Bu olağanüstü gücü o yüreğe yerleştiren, yüce güç sahibi ga­yet iyi biliyor ki, o enerji oraya sığmayacaktır; eninde sonun­da orasının sınırlarını aşacaktır. O inancı bu yüreğe ulaştı­ran ilk aktif atak, bundan sonra daima ileriye doğru yürüyü­şünü sürdürecektir.

Bu akîde sistemine inanan mü'minlerin sayısı üç kişiye ulaşınca, bu akîde onlara şöyle der, lisan-ı hâl ile: Artık siz bir cemaatsiniz bundan böyle; bağımsız bir İslâm cemaati.. Bu akideyi benimseyen, onun değerler sistemine göre top­lumsal yapısını sevk ve idare etmeyen cahiliyye toplumun­dan tamamen ayrısınız, onunla olan ilişki bağlarınızı tama­men kesmiş, kendine özgü bir toplum olmuşsunuz. İşte ora­da, bundan böyle İslâm toplumu bilfiil varlık kazanmıştır.

Üç kişi on, on kişi yüz, yüz kişi bin, bin kişi on iki bin kişi olur, derken İslâm toplumunun varlığı ortaya çıkar ve var o­luşu kesinlik kazanır.

Bu varoluş hareketi yola koyulur koyulmaz âkide siste­miyle, düşünce yapısıyla (dünya görüşüyle) değerleriyle, öl­çüleriyle, var oluşuyla, kabulleriyle ve oluşumuyla, fertlerini dahi kendisinden sağladığı cahiliyye toplumundan ayrılarak yeni doğan İslâm toplumu ile cahiliyye toplumu arasındaki "inanç savaşı" da başlamış olur.’’

Seyyid Kutub, kitabının “İslam Düşüncesi ve Kültür’’ bölümünde ömrünün kırk yılını kitap okuyarak geçirmiş biri olarak Müslümanlara çok önemli uyarılarda bulunuyor.

“Fizik, kimya, biyoloji, tıp, tarım, vb bilim dalları ile ilgili konularda tecrübi bilgilerin gayrimüslimlerden alınması bu konularda takva sahibi Müslümanların olmayışından dolayı mazur görülmüştür. Fakat inancın temelleri, İslâm düşüncesinin temel dinamikleri, Kur'ân tefsiri, hadis ve Resulûllah'ın ha­yatı, insanlık tarihinin ve tarihi süreç içerisinde insanın faa­liyetleri, toplumsal eğilimlerin ve yönetimleri, yönetim düze­ni (rejim), politik yöntemi, sanat edebiyat vb. anlatım biçim­leri ile ilgili bilgileri Islâmî olmayan kaynaklardan ve bütün bu konularla ilgili bilgilerin tamamını Islâmî kaynaktan al­dığı konusunda bilgisine, inancına ve takvasına güvenilme­yen kimselerden alınmasını kesinlikle caiz görmez. Bırakınız müslüman olmayanı, takvasından, mütedeyyinliğinden emin olunmayan kimselerden dahi bu alanlarla ilgili bilgilerin alınmasını onaylamaz İslâm.’’

Çünkü bu mesele doğrudan yüce Allah'ın ve onun elçisinin sözü (Kur'ân ve Sünnet) dir. Bu yüzden bu konuda Allah'ın kelamını rehber edinerek inananlann tartıştıkları konularda Allah'a ve onun Elçisi'ne başvurdukları gibi biz de bu meselede Allah'a elçisine başvuracağız.

Nitekim yüce Allah, genel meseleler konusunda müslü-manlann durumu hakkında yahudi ve hristiyanların varmak istedikleri nihaî hedeflerini şu ayette açıklamaktadır:

"Kitab ehlinden çoğu, 'hak' kendilerine apaçık açıklandıktan sonra, sırf içlerindeki kıskanç­lıktan ötürü, sizi imanınızdan sonra küfre çe­virmek isterler. Allah emrini getirinceye ka­dar affedin, hoşgörün. Şüphesiz Allah, herşeye gücü yetendir. (Bakara, 2:109).

"Sen onların kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler, ne de hristiyanlar senden razı ol­mazlar." "Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur." de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların ke­yiflerine uyarsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur. (Bakara, 2: 120).

"Ey inananlar, kendilerine kitab verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız imanınızdan sonra, onlar sizi döndürüp kafir yaparlar. (Âl-İ İmran, 3: 100).

Öte yandan aynı konu ile ilgili olarak Allah Rasülü, Hafız Ebû Ya'la-nın Hammad, Ş'abî, Câbir aracılığı ile kaydettiği hadiste şöyle buyurmaktadır:

"Kitap ehlinden hiçbir şey sormayın. Çünkü kendileri sapılmışken size doğruyu kesinlikle öğretemezler. Bu durumda birşey sorarsanız ya bir bâtılı tasdik etmiş ya da bir hakkı ya­lanlamış olacaksınız. Allah'a andolsun ki, Musa aranızda olsaydı bana uymaktan başka bir davranış sergilemesi kendisine helâl kılın­mazdı. "

Bu âyetler ışığında, Yahudi ve Hıristiyanların, müslümanların bu tür konularla ilgili durumları hakkındaki nihaî he­deflerinin boyutları kesinlikle belirlendikten sona hâlâ onla­rın İslâmî inanç, İslâm tarihi, müslümanların sosyal düzeni, İslâm'ın siyaseti ve ekonomisi gibi konularda iyi niyet göste­receklerini, objektif davranacaklarını, müslümanların hak­kında hayır düşüneceklerini, onların hidayete ve aydınlığa ulaşmalarını içtenlikle istediklerini bir an bile sanmak düpe­düz ahmaklıktır. Cenab-ı Hakk'ın konuyu enine boyuna açıklamasından sonra hâlâ Yahudi ve Hıristiyanların Müslümanlara karşı iyi niyetli olacaklarını, objektif davranacakla­rını zannedenler sadece hiçbir şeyden haberi olmayan gafil­lerdir.’’

Seyyid Kutub, İslam’ın insanlığa yeni değerler, yeni kabuller ve insanlar arasındaki ilişkiler hususunda sunduğu mesajlar konusunda ise şu açılımları yapmaktadır:

“Her şeyden önce İslâm insanı Rabb'ine yöneltmek; O'nun iktidarını, değer ve Ölçülerinde yegâne kaynak bellettirmek, varlığını ve hayatını O'ndan aldığını; insanlararası bağlantı­larda ve diğer bağlantılarında tek başvuru kaynağının o ol­duğunu; bütün bunların onun iradesi sonucu meydana geldi­ği gibi hepsinin tekrar ona döneceğini öğretmek için gelmiş­tir. Ayrıca insanları birbirine ve Allah'a bağlayan tek bir ba­ğın olduğunu, bu bağ işlevini yitirince insanlarla insanlar arasında, insanlarla Allah arasında bir sevgi bağının kalma­yacağını onlara anlatmak için gelmiştir İslâm. Nitekim Allah şöyle diyor:

"Allah ve âhiret gününe inanan bir milletin babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabala­rı da olsa Allah'a, Rasûlü'ne düşman olanlarla dostluk ettiklerini görmezsin..." (Mücadele, 58: 22)

Burada Allah adına tek bir hizip vardır; kesinlikle birkaç tane olamaz. Geri kalan hiziplerin tümü şeytan ve tâgutların partileridir. Şu âyette buyurulduğu gibi:

"İnananlar Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğûtun yolunda savaşırlar. O halde şeyta­nın dostları ile savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır." (Nisa, 4: 76).

Büroda insanlar Allah'a ulaştıran tek bir yol vardır; geri kalanların hiçbirisi ona ulaştırmaz:

"İşte benim dosdoğru yolum budur; o halde ona uyun. Başka yollara uymayınız ki, sizi O'nun yolundan ayırması..." (En'âm, 6: 153).

Burada tek bir "dünya düzeni" vardır: İslâm nizâmı; ge­riye üalan bütün dünya düzenleri "Cahiliyye nizamıdırlar":

"Yoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar iyi bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?" (Mâide, 5: 50)

Tek bir şeri'at vardır burada: Allah'ın şeriatı; geriye ka­lanların hepsi dizginlenemeyen arzular (hevâ)dır.

"Sonra sana katımızdan bir şeri'at gösterdik; ona uy; bilmeyenlerin hevâsına (dizginlene-rneyen arzularına) uyma." (Câsiye, 45: 18),

Kesinlikle birkaç tane olmayan tek bir "Hak" vardır; geriye kalanların tümü sapıklıktır:

"Hak'tan sonra sapıklık (dalâlet)tan başka ne var1? Öylesi ise nasıl Hak'tan sapıklığa çevrili­yorsunuz?" (Yunus, 10: 32).

Bunların yanı sıra tek bir İslâm ülkesi (Dâru'l-İslâm) vardır; İslâm devletinin kurulduğu, Allah'ın şeri'atı'nın yü­rürlükte olduğu, şer'î cezaların uygulandığı, Müslümanların birbirlerini veli (dost) edindiği Dârü'l-İslâm... Geriye kalan ülkelerin tümü "Dârü'l-Harp"tir; müslümanın bu tür ülke­lerle olan ilişkisi ya onlarla savaşmak ya da ahd-ü eman üzerine ateşkes anlaşması yapmaktır. Fakat kesin olan bir şey var ki, ülkelerin hiçbirisi "Dârü'l-İslâm" değildir; o ülke­lerin halkı ile müslümanlar arasında hiçbir velayet (dostluk) bağı söz konusu değildir. Kur'ân-ı dinleyelim:

"Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yo­lunda mallarıyla canlarıyla savaştılar ve on­lar ki hicret edenleri barındırdılar ve yardım ettiler; işte onlar, birbirlerinin velisidirler. İnanıp da hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar, onların velayetinden si­ze birşey yoktur. Fakat dinde yardım isterler­se, yardım etmeniz gerekir. Yalnız, aranızda andlaşma bulunan bir topluma karşı onlara yardım etmeniz olmaz. Allah, yaptıklarınızı görmektedir."

"Kâfirler birbirlerinin velisidirler. Eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad olur."

"Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yo­lunda savaştılar ve onlar ki hicret eden mü'minleri barındırdılar ve onlara yardım et­tiler; işte gerçek mu'minler onlardır. Onlar için bağış ve bol rızık vardır. "Onlar ki, sonradan inandılar, hicret ettiler, sizinle beraber savaştılar; işte onlar da siz­dendir..." (Enfâl, 8: 72–75)

İşte İslâm böylesine kesin açıklama, kesin ölçüler getir­iliştir. İslâm insanı çamur, et ve kemik bağlarından tama­men kurtarıp "insan" olma şerefine yüceltmek için gelmiş­tir.’’

Müslüman’ın vatanı bahsinde ise;

“Müslüman’ın vatanı, Allah'ın şeri'atının uygulandığı; va­tan ile orada yaşayan insanlar arasında Allah'a bağlılık te­meline dayalı ilişkilerin olduğu yerdir. Bu tanımın dışındaki ülkelerden hiçbirisi Müslüman’ın vatanı olamaz.

Darü'l-İslâm’da müslümanı "İslâm Ümmeti’nin bir üyesi yapan inanç (âkide) biçiminden başka bir uyruğu, bir milliyetçilik anlayışı kesinlikle yoktur.’’ diyor Seyyid Kutub.

Kutub, “İslam düşüncesinin birinci vazifesi nedir ya da ne olmalıdır?” sorusunu ise şöyle cevaplamaktadır:

“İslâmî düşüncenin birinci yazifesi, bu dünya görüşüne uygun yepyeni bir insanî hayat kurmaktır. Bu hayat, gerçek­çi biçimde onu dışa vurmalı, yaşanılır kılmalıdır. Yeryüzün­de yüce Allah'ın seçip gönderdiği Rabbânî yönteme uygun bir "Dünya Düzeni" kurmalıdır İslâm. İşte Cenab-ı Hak, İslâm Ümmetini böyle bir "Dünya Düzeni" kurmak için, insan­lar arasında çıkarmıştır:

"Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz: ma'rufu emreder, münkerden ya­saklarsınız ve Allah'a inanırsınız.." (Âl—i İm-ran, 3; 110)

Bir başka ayette, bu ümmetin niteliğini şöyle tasvir etmektedir:

"Onları yeryüzünde iktidara getirdiğimiz tak­dirde namazı kılar, zekâlı verirler ma'rufu emrederler münkerden yasaklarlar." (Hac, 22:41)

Yeryüzünün her bölgesini egemenliği altına alıp sevk ve idare eden cahiliyye dünya görüşleri, düşünce yapıları ile uz­laşmak; dünyanın her yerinde yürürlükte olan cahiliyye ku­rumları ile bağdaşmak İslâm'ın vazifesi değildir. Böyle bir şeyi yapmak İslâm'ın geldiği ilk günde onun vazifesi olmadı­ğı gibi, bugün de yarın da olmayacaktır. Çünkü cahiliyye hep aynı cahiliyyedir. Başlangıçta ne ise, bugün de, yarın da, odur. Cahiliyyenin genel tanımı: 'Bir olan Allah'a kulluk et­me ve O'nun koyduğu ilâhî hayat nizamını uygulamaktan yüz çevirmek; değerleri, ölçüleri ve insan hareket ve davranışlarını ilâhî kaynağın dışında kalan başka kaynaklardan çıkarmak.. Bunun gibi İslâm da hep İslâm'dır. Başlangıçta ne ise, hangi nitelikleri taşıyor idiyse, bugün de, yarında, hep aynı nitelikleri taşıyacak, aynı özelliklere sahip olacaktır. Tek bir görevi vardır İslâm'ın: "İnsanlığı cahiliyye karanlık­larından İslâm'ın aydınlığına çıkarmak..."

Kutub’un kaleminden okumaya devam edelim:

“İslâm hiçbir konuda cahiliyye ile ortaklaşa iş yapma giri­şimini, kesinlikle kabul etmez. Ne düşünce yapısı açısından ne de bu düşünceden filizlenen uygulamalar açısından... Birşey ya İslâm'dır ya da cahiliyye... Bunun üçüncü bir alterna­tifi yoktur. Yani yarısı İslâm, yarısı cahiliyye diye İslâm'ın onayladığı ve rıza gösterdiği üçüncü bir kavram yoktur, is­lâm'ın bakış açısı gayet nettir. Hak tektir; kesinlikle birkaç tane olmaz Hak'tan geriye kalan tek bir kavram vardır: Dalâlet...

Bu iki karşıt kavramın birbirine karıştırılması veya bir­leştirilmesi kesinlikle mümkün değildir. Ya Allah'ın hükmü ya da cahiliyyenin hükmü... Ya Allah'ın şeri'atının egemenli­ği ya da nefsî arzuların egemenliği... Bu konuya değinen bir hayli Kur'ân âyeti var. İşte birkaç tanesi:

"Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların nevalarına (dizginlejıemeyen arzularına) uyma. Ve onların, Allah'ın indir­diği şeylerin bir kısmından seni ayartmala­rından sakın..." (Mâide, 5: 49)

"Bundan dolayı sen Hak'ka çağır ve emrolun-duğun gibi dosdoğru ol; onların isteklerine uyma..."(Şûra, 42: 15)

"Eğer sana cevap vermezlerse bil ki onlar, hevâlarına uyuyorlar. Allah'tan bir yol göste­rici olmadan, yalnız kendi hevâsına uyandan daha sapık kim olabilir. Muhakkak ki Allah, zâlim kavmi doğru yola iletmez." (Kasas, 28: 50)

"Sonra seni de emrimizden bir şeri'ata koy­duk. Sen, ona uy. Bilmeyenlerin keyfîne uy­ma."

"Çünkü onlar Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden savamazlar. Zâlimler birbirlerinin ve­lisi (dostu) dirler Allah ise muttakilerin velisi-dir." (Câsiye, 45:18-19)

"Yoksa Cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? İyi bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hü­küm veren kim olabilir?" (Mâide, 5: 50)

Bu âyetlerin hepsi de üçüncü şıkkı olmayan birbirine karşıt iki kavrama işaret ediyor: Ya Allah'ın ve elçisinin çağ­rısına evet denilecek ya da dizginlenemeyen isteklere (hevâ).. Ya Allah'ın hükmü ya da cahiliyyeninki... Ya Allah'ın indir­diklerinin tümü ile hükmedilecek ya da Allah'ın indirdikle­rinden, kâfirlerin ayartmaları sonucu, bazısından vazgeçile­cek.. Allah katından gelen bunca kesin açıklamalar ile mese­le iyice pekiştikten sonra artık tartışmayı sürdürmeye, de­magojiye gerek yok.”

Konunun bunca açıklamalardan sonra anlaşıldığı kanısında olan Seyyid Kutub, bizlere şu önerilerde bulunuyor:

“İslâm'ı insanlara sunan bizler, ca­hiliyye düzeni bize ne kadar baskı yaparsa yapsın, onun dü­şünce yapısı (dünya görüşü), uygulamaları, gelenek ve göre­nekleri ile kesinlikle yakın ilişkide olmayacağız.

Bizim başlıca görevimiz, İslâm'ın düşünce yapısını İslâm dünya düzenini, gelenek ve göreneklerini bu cahiliyenin ye­rine ikâme etmektir. Ancak bu amaç, bazılarımızın hayal et­tiği gibi cahiliyye düzeni ile akrabalık kurarak daha yolun başında iken ilk adımlarımızı onunla birlikte atmakla kesin­likle gerçekleştirilemez. Böyle bir girişimin anlamı daha yo­lun başında iken yenilgiyi kabullenmenin dünyaya duyurulmasıdır diyerek bu konudaki noktayı koyuyor.

Kitabın son bölümlerinde ise Müminlerin bunca emeklerinin karşılığı olarak alacakların ücretle ilgili olarak şunları söylüyor;’’ Mü'minlerin emeklerinin karşılığı olarak aldıkları birinci derecede önemli ücretler kalpte dinginlik, bilinçte yükseklik, düşüncede estetik, dünyevi bütün albeni ve engellerden kur­tulma, bütün durumlarda korku ve sıkıntılardan kurtulup tam bir özgürlüğe kavuşmaktır.

İkinci aşamada alacakları ücret ise "Mele-i A'la" da anıl­mak, övülmek, onurlandırılmak ve bundan sonra bu küçük dünya ve onunla ilgili basit değerlerden, nesnelerden uzak­laşmak; bunlardan daha büyük ücret olarak âhirette kolay bir hesap verme ve büyük nimetlere ulaşmak; son tahlille de bunların tümünden çok daha önemli, çok daha değerli olan Allah'ın rızasını kazanmak; yeryüzünde Allah'ın kader ve kudretini yerine getirme hususunda bizatihi Allah tarafın­dan seçilmiş olmaktır; nitekim yüce Allah yeryüzünde diledi­ğini onlar aracılığı ile yapmaktadır.’’

Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler’’ kitabını biraz uzunca tanıtmaya çalıştık. Kitaptan geniş bölümlere yer verdik. Çünkü kitapta bizleri ilgilendiren oldukça fazla konu bulunmakta. Umarım faydalı bir tanıtım olmuştur.

Nihayetinde şehadetiyle, kitaplarında ve özellikle de idam edilmesine sebep olan “Yoldaki İşaretler” adlı bu eserinde savunduğu fikirlerin altına kanıyla en sahici imzasını atmış olan Seyyid Kutub, “Yoldaki İşaretler”i tüm dünya Müslümanları içerisinden gelmesini sabırsızlıkla beklediğini söylediği “öncü topluluk’’ yani “Kur’an Nesli” için kaleme aldığını belirtmektedir.

Kur’an neslinden olanlara ve olacaklara selam olsun!
http://www.islamvehayat.com/